7 Ağustos 2010 Cumartesi

Çağrı

Uzakların kafama dolandığı gecenin bir vakti
Ayaklarımın altından çekiliyor bu şehir
Pencereyi açık bırakıp yatıyorum artık
Her an sanki odamdan kaçacakmışım gibi

5 Ağustos 2010 Perşembe

Balık


Ne yağmuru bildi, ne bulutu
Tanıdığı günyüzü bildiğimizden değildi
Sonsuz kaçışlar yaşadı
bir kıyıdan bir kıyıya
Her kaçış başka bir kaya
her kaya başka bir dünya
Tüm örtülü korkular
geceleri açılmak için bekledi hep etrafında

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Yıldız Kayması

Gecenin içinde bir yere kaçıyor
gökyüzünde bir yıldız gizlice
Sen buğulu gözlerimden bakamadığım
Çatlak sesimle konuşamadığım
Sakın uyma yıldıza
Bu karanlık geceler
hiç bize göre değil
.

25 Haziran 2010 Cuma

Kayıp Şehir

     Koskoca bir şehir hiç kaybedilebilir miydi? Kaybetmişti ama işte.
    O zamana kadar kolay yoldan yaşamını sürdürebilmek için etrafını sarmalayan kalabalıkların arasına karışıp, herkesin kabullendiği kurallara uygun olarak, herşeyi anlamaya, herşeyi duymaya, herşeyi düşünmeye, şimdi küçümsediği düzeyden çalışmıştı. Hayalleri bile küçücüktü. Öyle küçüktü ki, kırıldığında ortaya saçılan parçalar hiç de canını acıtan, sıkan cinsten olmazdı. Böyle yaşamanın kıskanılacak, özenilecek hiçbir yönü olmadığından, o da herkes gibi ve herkes kadar takdir, kıymet toplar, içinde olduğu kalabalığın doğal akışında sürüklenir giderdi.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Tanıyor musun?


Sakın şimdi adını söyleme
daha beni tanımıyorsun
Göz bebeklerim kapanacak nerdeyse
ne kadar da parlak bakıyorsun
Sus ama, sakın bir şey söyleme
gözlerimden içeri daha giremiyorsun
.

Roman Kahramanı

    Yarım kalmış yetim romanın, konuya nereden girdiği tam da belli olmayan bir karakteri gibiydi sanki. Sanki yazar kitabın ortasında zamansız ölmüş, o da bu yüzden, bütün renklerini ansızın kaybedip, allak bullak karanlıklara dökülmüştü. Üstüne yüklenen ne bir özelliği kalmıştı geriye, ne de öyküyü kanatlandıran düşünceleri. Hepsi bir bıçkının hışmından geçmişcesine parça parça ortalığa savrulmuştu. Kendini iyi kötü bir şey zannederek, anlık çabalarla koşuşturduğu bir yolun belirsiz bir yerinde, birden ölüm sessizliğine dalıvermişti. Duvarlarla mı çevrelenmişti etrafı, yoksa bir sonsuzluğun kahredici çaresizliğinde miydi?
    Yarım kalmış bir romanın yarım kalan öksüz bir karakteriydi. Ne kitabın nereden başladığı belirgindi, ne de onu ne zaman içine hapsettiği. Bir yerlerden öylesine girivermişti sanki öyküye. Sonra da herşey öylesine ortada kalmıştı. Yaşantısının ne öncesi vardı, ne de sonrası.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Sanatçı Çocuktan Yeteneksiz Yetişkine

Eğitim, herkesin kafasında hep ilgi uyandıran bir konu olmuştur. Bunun en önemli nedeni, eğitimin bizleri geleceğe taşıyacak yegane araç olarak görmemizdir. Eğitimi, geleceğimize bir  hazırlık olarak ele aldığımızda, önümüzde çok tuhaf  bir durum vardır ve aslında kimse de bunun pek farkında değildir. Bir düşünün; örneğin 2010 yılında doğan çocuklar 2075 li yıllarda emekli olacaklar. Bu çocukların eğitimlerini onlar için tasarlarken, gözden kaçan konu,  her konudaki uzman görüş ve bilgilerinin yanında, bundan beş yıl sonra dünyanın nereye gideceği konusunda, pek de bir fikir sahibi değiliz. Bizler de, bu belirsiz gelecek için bugün doğan çocukları eğitimle yükümlüyüz. Olaya bu şekilde baktığımızda, söz konusu tahmin edilememezlik, gerçekten korkunç boyutlardadır.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Kar Çiçeği

Ne kadar yakınım
Bazen ne kadar uzak bilmiyorum
Sen bana bakma, kar çiçeği
Ne olur benden korkma
Sadece seni dört mevsime taşıyorum
.

15 Haziran 2010 Salı

Sözlük

“Şu dalgalardaki hüznü hiç görebildin mi”, diye sordu. “Dalgada hüzün ne ola ki” dedim. “Bak” dedi, “seyret”. Baktım ve gördüm sonunda. Bir su damlacığının, dalgadan ayrılışını anladım. Beli bükülen bir dalgadan kopuşunu izledim. Uyandım ki; dalga aslında, su damlacığının ayrılıştaki hıçkırığıydı. Ve hüznün tanımını defterime yeniden yazdım.

Can Yakan Şarkılar


Neden ansızın güneş gelir aklıma
sımsıcak bir güneş
Düşlerimin sessiz ufuklarından
süzülüp de sakin bahçelerime
Üşümüş dünyamı ısıtan
ve yüreğimi saran güneş

Bilmiyorum

Yıkıldı son kalemin surları da
İçimde yumru gibi bir isyan
Haykırsam diyorum avaz avaz
bağırsam yıkılmış duvarlara
Duyan olacak mı ağlasam
Bilmiyorum

Bugün bir karaltı var aynalarda
ve suskun huzursuz bir kar çiçeği
Kış gidiyor, gökyüzü ısınıyor
seni nerede saklayacağım şimdi
Bilmiyorum

Yolculuk

Her yer ne kadar tenha
her yer ne kadar da uzak
Bir yolculuktan bir yolculuğa
dönüp dolaştığım hep
şehirde ışığı açık kalan
o en son oda
Bitse artık bu yolculuklar
Sen odada, ben kapıda
sürekli içeri bakıyorum
Saat üçü vuruyorum her gece
Sen uyuyor musun

Yarın

Kuşlar
kanatlarını yarına doğru çırpar
gülümseyen yüzüne doğru sıcak güneşin
Ben de
ben de koparabilsem kendimi dünden
Bir dolu tutsaklıktan kurtarabilsem düşüncelerimi
Ayrılıklar daha gelmeden
bir kanatta aşabilsem özlemleri
Ne olurdu
yarın da kalabilsen yanımda
bugün olduğu gibi

Bir Köprüde

Susa susa nasıl da anlaşmıştık
bir köprüde konuşarak
gözlerinden gözlerime
Avuç avuç sakladığım korkularla
loş puslu, bir iki mumluk
ışık karanlığındaki o bekleyiş
Geldiğinde kardelenlerin
kokusu sarmıştı her yanı
Ve yüzünde
solgun mu solgun bir gülümseyiş

13 Haziran 2010 Pazar

Paulo Coelho'dan Bir Alıntı

"Kimi insanların başkalarıyla arası bozuktur, kendileriyle arası bozuktur, yaşamla arası bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun bırakıldıkları şeye göre yazar. Ama işin kötü yanı yazdıkları oyunu tek başlarına oynayamamalarıdır. Dolayısıyla, başka oyuncuları da kendi oyunlarında rol almaya kışkırtırlar."

Paulo Coelho
"Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım"

Biri

Biri biliyor biliyorum
Sürekli beni izliyor
Bir gün bir günü anlatacağım
Ve herkes öğrenecek sonra
benim ve birinin bildiğini

Korku ve İsyan

Beni hala duyabiliyor musun?
Yoksa orada da yine
kör fidanların topraklarını mı suluyorsun?
Ya da dört beş kişiye yüksek sesle
kendi doğrularını mı anlatıyorsun yine?


Korku, çocukluğumdan beri kafamda büyüyüp, yaşantıma sürekli çelmeler takan sızlayan bir düşünce oldu hep. Korkularımın temeli, hatırlayabildiğim kadarıyla dört beş yaşlarına, yalınayak bir halının kenarında, dışına basıp basamama kararsızlığına dayanıyor. İnsan o yaşlarında hissettiklerini hatırlar mı? Hiç bilmiyorum. Eğer değilse, “Herhalde olsa olsa en uygunu budur”, diye mi hep düşündüm acaba? Geçmişe bir kere dönebilme şansımız olsaydı eğer, ben o yaşlarıma gitmek isterdim. Babamın gözlerinin içine baka baka, hiç değilse bir kez halının dışına çıkar, çıplak ayağımı tüm gücümle taşa değdirirdim. Böylece sürekli azarlanma korkularımın kaynağını, kökünden hiç yeşertmezdim kafamın içinde belki. Belki de içinde korkunun ve çekinmenin olmadığı, bambaşka bir ilişkimiz olurdu yaşantımızda onunla. Keşke dört beş yaşına gidip, kafamın o sızlayan düşüncesini en baştan değiştirebilseydim.

Muhabbet Kuşu

“Toprağın tutsaklığından kurtulmak
asla özgürlük olamaz bir ağaca”
Rabingranath Tagore
I
    Renkler iyice rengini kaybetmiş, artık gelmekte olan akşamla birlikte siyah, her yere hükmünü geçirmeye başlıyordu. Zorlukla doğruldu koltuğundan. Hayli zaman aldı ayağa kalkması. Sırtında o kadar çok yıl taşıyordu ki, iyice belirginleşmiş kamburunu ve gövdesini zar zor taşıyabilen bacaklarını, ancak bastonu ile dengeleyebiliyordu. Tutunarak pencerenin yanına geldi. Dışarıda neredeyse akşam oluyordu.